ali imran suresi tefsiri elmalılı

HakDini Kur’an Dili – Elmalılı Hamdi. - Film indir. IPhone Sıfırlama Nasıl Yapılır - Teknozum. iPhone 11 Numara Gizleme Nasıl Yapılır?. 78 - Nebe Suresi. 88 MB İndir Begavi Tefsiri El. IPad veya iPhone resetleme işlemi, cihazdaki tüm verileri silerek cihazı fabrika ayarlarına döndürür. Ali İmran Suresi’nin 1-94.Ayet Tefsiri – Fizilal’il Kur’an – Seyyid Kutub 22 Ocak 2012 18.231 2 saatte okunur 1- Elif Lâm-Mim. Birbirinden kopuk, Elif, Lam, Mim harfleri hakkında Bakara suresinin giriş kısmında kesin bir hüküm şeklinde olmamakla birlikte yaptığımız açıklamanın paralelinde bir açıklamayı burada da yapmayı uygun görüyoruz. KuranıKerim Cuma Suresi Türkçe Meali trendmp3indir. Kur an ı Kerim Oku Dinle İzle Görüntülü Hatim Seti İslami Davet Kuran. Kuran ı Kerim Meali Masaüstü v 5 0 indir. Kuranı Kerim Türkçe Meal Meali Elmalılı Muhammed Hamdi. E Posta Şifremi Kaybettim Buderste Vaize Fatma Bayram Nur Suresi 26. Ayetini müzakereye devam etmekte. Bu derslerde Fatma Bayram Hoca, Kuran-ı Kerim’in başından sonuna doğru her sureden bir bölüm seçerek Elmalılı Tefsiri’ni okumaya devam etmektedir. Görüş, öneri ve elinizde olan ders kayıtları için fatmabayrampodcast@ mail atabilirsiniz. Recherche Site De Rencontre Suisse Gratuit. 92-LEYL "geceye yemin olsun". Bu sûrenin başındaki yeminler, önceki sûredeki yeminlerin bir özeti olmakla beraber, sıralanmaları itibarıyla ayrıca dikkate değerdir. Orada nurdan karanlığa geçerek, yok olma ve soyulup çıkarılma âleminden Allah'ı ve nefsi tanımaya giden yol gösterilmiş ve bedenin karanlıklarında kalanlara sonunda hüsran ve zarar ile Semud kıssası anlatılmış idi. Burada ise yokluk karanlıklarından var olup görünme nuruna doğru açılmak, temizlenmek ve gelişmek suretiyle beka billah Allah'ta baki kalmağ'a doğru gidilecek ve sonunda rızaya erilecektir. O sûre bir korkutma ile son bulmuştu. Bu, korkutma ile başlayıp müjdeye doğru gidecektir. Önceki sûre yok olma ve ceza hatırlatmasıyla son bulduğu için bu sûreye geceye yemin ile başlanıp gündüzün ortaya çıkışına, yaratılışın erkek ve dişi ile gelişmesine ve çalışmaların farklılığına geçilmesinde "Onun sonucundan korkmaz."Şems, 91/15 hatırlatmasının bir yönünü de açıklığa kavuşturmak vardır. Bir toplumun hatta bütün âlemin helak ve yok olmasıyla yaratıcıya bir eksiklik, bir ziyan gelmez. Onun kudretine bir duraklama arız olmaz. O, geceyi gündüz yapar ve dilediği gibi erkeği dişiyi yine yaratarak yaratılışa bir gelişme verir. Bu münasebetle karanlıktan ışığa, korkutmadan müjdelemeye doğru gidilmek ve müjde yolu gösterilmek üzere önce geceye yemin edilmiştir ki, dışımızdaki ve içimizdeki karanlıklara işarettir. Onun için geceye yapılan yemin şu kayıtla kayıtlanmıştır Bürürken veya bürüyeceği zaman, yani karanlığıyla Güneşi veya gündüzü veya örtebileceği her şeyi ile ufukları ve hatta gam ve sıkıntıyı, "Sizleri geceleri ölü gibi uyutan odur."En'am, 6/60 buyrulduğu üzere ölüm mânâsında olan uyku ve gafleti ile gözleri ve gönülleri, bütün şuur ve nefisleri sarıp bürüyor, kaplıyor olduğu şu ana veya kaplayacağı geleceğe; kısacası şu anda ve gelecekte insanı ayrılıktan birleştirmeye, çokluktan yalnızlığa, görünen âlemden yokluğa götürmek üzere hücum ettiği veya edeceği koyu şiddetli zamana ki, tamamen istila etmiş bulunursa "fenâ-i küll" tam yokluk içinde gömülüp gitme hasıl olur. Bu yeminle önceki sûredeki "Onu bürüdüğü zaman geceye."Şems, 91/3 âyetine işaret edilmiş olmakla beraber mef'ul tümlecün zikredilmesinde daha çok bir genelleme ve açıklamayıp müphem bırakmak suretiyle bir korkuya düşürme vardır. Dolayısıyla "leyl" kelimesinin başında bulunan lâm'ı cins mânâsına alarak gece cinsinin böyle bir anına veya bu lâmı ahit mânâsına alarak, hakiki ve mecazi bütün mânâsıyla en dehşetli gecelerin böyle bir saldırı anına işaret olabilir. vuku bulma mânâsı ifade etmek ve muzari fiil, "şimdiki" ve "gelecek zaman" mânâsına gelme ihtimalini taşımış olmak itibariyle bunun şu anda veya gelecekte gerçekleşeceğine de dikkat çekilmiştir. Bu izah şekli ile bunda Semud'un helak olma sırası gibi bir beldenin veya bir kavmin battığı, batacağı sırada saran öfke ve elem eserlerini halin hikayesi şeklinde bir hatırlatma ve genel olarak uyku ve gaflet veya şiddet ve sıkıntı ve özellikle Hz. Muhammed peygamber olarak gönderildiği sıralarda dünyayı sarmış bulunan cahiliye devri haline ve geleceğe ait olmak üzere de can çekişme haline veya kıyamet koparken olacak korkunç hallere işaret dahi vardır. Bu kayıt gösteriyor ki gece ile olaylar ve olması mümkün olan şeylere, aslolan asıl yokluğa değil, bilhassa sonradan arız olan veya olacak olan fanilik halinde geçici yokluk karanlığına yemin olunarak her şeyden önce onun gerçekleşeceğine dikkat nazarları çekilmiştir ki bu an eşyada "Yeryüzündekilerin hepsi fanidir. Celal ve ikram sahibi Rabbinin zatı bakidir."Rahmân, 55/26-27 ve "Onun zatından başka her şey yok olucudur."Kasas, 28/88 âyetlerinin okunduğu andır. Bunu okuyanlar fanilik hükmünden geçip bakilik yönüne giderler. Onlara o fanilik anından vahdet nuru ile bakilik âlemi tecelli eder. Bu şekilde karanlıktan nura götürülmek üzere buyuruluyor ki 2. Ortaya çıktığı vakit gündüze yemin olsun. Önceki sûrede gündüzün, güneşi ortaya çıkardığı vakte yemin edilmişti. Bunda ise gündüzün kendi ortaya çıkışına yemin edimiştir. Bunda hak güneşinin vahdetle aydınlanıp İslâm'ın ortaya çıkışına işaret vadır. "bürür" ve "ortaya çıkar" fiillerindeki zamirler görünüşte biri gecenin biri gündüzün yerini tutmakla beraber gerçekte ikisi de yüce Allah'ın yerini tutan zamirlerdir. Örtmek de ortaya çıkmak da ona aittir. Bundan dolayı yemin yüce Allah'a döndürülerek buyuruluyor ki 3. Ve erkeği, dişiyi yaratan o büyük kudret sahibi yaratıcıya, yahut "mâ"nın mastar "mâ"sı olmasına göre, onun erkeği ve dişiyi yaratmasına yemin olsun. Bunda ortaya çıkışın tekten çoğa doğru akışına, önceki sûrede düzgün hale getirildiği belirtilen nefsin erkek ve dişi türlerine ayrıldığına, bu hitapların ikisini de kapsadığına, yokları var eden ve çoklukları birleştirerek bir nizama ve düzene koyan yaratıcının birliğine ve hayatta aktivite ve kabiliyetle birleşip bir araya gelme düzeninin önemine dikat çekme vardır. Bundan dolayı çalışma ve amelde farklılıktan sakındırarak birlik ve düzene teşvik için yeminin cevabında buyuruluyor ki 4. Sizin çalışmanız birbirinden farklıdır. Yani çalışmalarınız birbirini tutmaz şekilde dağınık, ayrı ve düzensizdir. Oysa hayat ve kurtuluş, birlik nizamı içinde yardımlaşma ve birleşmeye bağlıdır. Nitekim "Hepiniz toptan Allah'ın ipine sımsıkı sarılın, parçalanıp ayrılmayın." Âl-i İmran, 3/103 buyurulmuştur. Yahut çalışmalarınız çok farklıdır. Kimi iyi çalışır kimi kötü, kimi yüksek kimi aşağı, kimi imanlı kimi imansız. ŞETTÂ, "şetit" kelimesinin çoğulu olup ayrı ayrı, dağınık, perakende ve perişan mânâsınadır. Tefsirciler burada bunu hükümleri değişik, birbirinden uzak, kimi iman, itaat ve iyilikler gibi hayır ve hidayet; kimi küfür, isyan ve kötülükler gibi şer ve sapıklıktır meâlinde tefsir etmişlerdir. Çünkü gayeleri, hükümleri farklı olan çalışmaların neticesi ayrılık ve dağınıklıktır. Hayra koşan şerre koşandan elbette ayrılır. Bu durumda mânâ "Mümin olan fasık olan gibi olur mu? Bunlar eşit olmazlar."Secde, 32/18; "Yoksa kötülükleri işleyip duranlar, kendilerini, inanıp iyi amel işleyenler gibi mi yapacağımızı sandılar? Hayat ve ölümleri onlarla bir olacak öyle mi? Ne kötü hüküm veriyorlar."Câsiye, 45/21 âyetlerinin mânâsına döner. "İhtilaf edip duracaklar. Ancak Rabb'inin merhamet ettikleri hariç. Onun içindir ki Allah onları yarattı."Hud, 11/118-119 âyetlerinin mânâsına göre ayrılma ve birleşme şeklinde düşünmek de mümkündür. Bununla beraber asıl maksadın, cahiliyye devrinde olduğu gibi dağınıklık ve ayrılığın kendisinden sakındırmak ve gönüllerde tevhid fikri ile amellerde bir düzene ve intizama sevkedilmek olması daha açıktır. Zira çalışmada dağınıklık ve perişanlık, bir diğerinin çalışmasını bozması itibarıyla aslında çalışmamaktan daha fena olan boşuna bir yorgunluk ve sakınılması gereken bir kötülüktür. Bunun kaynağı da nefislerde farklı gayelere koşan heves ve arzuların değişikliğiyle gönüllerin küfür, şirk ve günah buhranları içindeki perişanlığıdır. Allah'ın birliğine hakkıyla iman edememekten ileri gelen bu durum ise bireyin de, toplumun da perişanlığıdır. Nitekim bu mânâ Hacc Sûresi'nde "Kim Allah'a ortak koşarsa onun durumu, yüksekten düşüp de kendisini kuşun didiklediği veya rüzgarın uzak bir yere sürüklediği kimsenin durumu gibidir."Hacc, 22/31 ve İbrahim Sûresi'ndeki "Rabblerini inkâr edenlerin misali şöyledir. İşledikleri amelleri bir küle benzer. Fırtınalı bir günde rüzgar onu şiddetle savurmaktadır. Kazandıklarından hiçbir şey ellerine geçmez. O uzak sapıklık işte budur." İbrahim, 14/18 âyetleriyle açıklığa kavuşturulmuştur. Bir sonraki âyette gelecek olan beyan, dağınıklığın açıklanmasıdır denilmiş ise de söylediğimiz gibi "Hepiniz toptan Allah'ın ipine sımsıkı sarılın, parçalanıp ayrılmayın."Âl-i İmran, 3/103 mânâsı üzerine zıddını yapmayı teşvik ederek dağınıklıktan sakındırmak için hükümlerini açıklamak olması bizce daha uygundur. 5. Fakat her kim vermiş. Malının hakkı olan vergisini vermiş, "Kendilerine verdiğimiz rızıktan harcarlar."Bakara, 2/3 ve benzeri infak âyetlerinde beyan olunduğu ve az önce Beled Sûresi'nde geçtiği gibi hayır yoluna çıkan sarp yokuşu aşmak üzere köle azat etmek, darlık gününde yoksullara yedirmek ve müslümanları düşmanlara karşı savunmak ve desteklemek gibi hayır yollarına sarf edip harcamış ve korunmuş, takva yolunu tutmuş, Allah'tan korkup itaat yolunu tutarak kendini dağınıklıktan, fenalıktan, yasaklanmış şeylerden sakındırmış. "Ufak tefek kusurlar dışında, büyük günahlardan ve fuhşiyattan sakınanlar." Necm, 53/32 vasfını elde ederek müttaki olmuş, Allah'ın korumasına girmiş 6. ve en güzeli tasdik etmiş ise. Hakikatte bir güzellik ve güzellerin en güzeli bulunduğuna inanmış, iyiyi kötüyü, fazileti rezilliği fark etmiş, iyilik güzellik yaptıkça güzelliklerin en güzele doğru gittikçe artacağına, iyilik yapanlara ilerisinin daha iyi olacağına inanmış, inanarak ihsanda bulunanlar hakkında iyimser olarak çalışmış. "İyi iş yapanlara daha güzeli, bir de daha fazlası var. Yüzlerine ne bir leke bulaşır, ne bir zillet. Cennet ehli işte bunlardır. Orada sonsuza kadar kalacaklardır."Yunus, 10/26, "Kim çalışır bir güzellik kazanırsa ona daha fazla bir güzellik veririz."Şura, 42/23, "Güzellik edenleri de daha güzeliyle mükafatlandıracaktır."Necm, 53/31, "Allah güzel amel işleyenlerin ecrini zayi etmez." Tevbe, 9/120, "İyilik edenlerin ecrini daha da artıracağız." Bakara, 2/58 ve "elbette kendilerine yaptıklarının daha güzelini veririz." Ankebut, 29/7 gibi âyetlerle vaad ve beyan olunduğu üzere ihsan eden, Allah'ı görüyor gibi sadakat ve samimiyetle güzellik yapanlara yaptıkları iyi işlerin ilerde artırılarak daha güzeliyle karşılığı, daha fazlasıyla ecir ve mükafatı verileceğini, sonunda en güzel akıbete, güzel bir son ile sonraki hayatta cennet ve cemale erdirileceğini, kısaca ihsan ve takva sahipleri hakkında dünyanın sonu ahiretin daha güzel olacağını tasdik etmiş, bu vaadin, bu en güzel hasletin, bu en güzel kelimenin, bu daha güzel mükâfatın bu en güzel sonun doğruluğuna inanmış, bunu kendisine inanç ve huy edinmiş ise... HÜSNÂ, bilindiği gibi daha önce geçtiği üzere "ahsen" üstünlük sıfatının müennesi, "daha güzel" veya "en güzel" mânâsına sıfat olduğu halde, niteliği isim zikredilmemiş ve böylece isim olarak kullanılmıştır. Burada "haslet-i hüsna" en güzel haslet; iman ve ihsan hasleti, veya "Kelime-i hüsna", en güzel kelime Kelime-i tevhid, yahut bir hakkı gösteren kelime, ahsen-i kavil yani en güzel söz olan tevhid kelimesi, Kur'ân; hüsnâ en güzel âyetleri öncelikle dahil olur. Veya -Millet-i hüsna en güzel din ve millet, islam milleti, veya Mesube-i hüsna daha güzel karşılık, yahut en güzel sevap ve mükafat, cennet diye birkaç şekilde tefsir edilmiştir. Hepsinin mânâsı bir demek ise de âyetlerin akışına göre en açık ve en faydalı olan mânâ, ihsan eden, Allah için güzellik yapan ihsan sahiplerine ilerde daha güzeliyle karşılık, sonunda en güzel sevap ve mükafat kavramıyla mesube-i hüsna cennet veya akıbet-i hüsna en güzel son mânâsı veya bunu vaad eden hüsna âyetleridir. En güzeli tasdik etmek, hüsna âyetlerinin mânâsı üzere ihsana daha güzeli ve fazlasıyla veya en güzel sevap ve akıbet ile mükafat olunacağına iman ve imanını fiilen sadakat ile isbat mânâsına düşünmek amelî bakımdan daha faydalıdır. Malından vermek ve takvalı olmak gibi ihsana karşılık en güzeli tasdik eden, onun doğruluğuna inanarak sadakat gösteren kimse kuşkusuz gücü yettiği kadar hilesiz hurdasız ihsan yapmağa ve o en güzeli gerçekleştirmeye çalışır. Böyle kimse, dünyanın sonu önünden, ahiretin dünyadan daha güzel olacağı imanıyla iyimser olur. Fakat herkes hakkında ve mutlak olarak değil, ihsan şartıyla ihsan sahipleri hakkında iyimser olur. Fazileti rezilliği, iyiyi kötüyü birbirinden ayırır. Faziletin önü zor, acı olsa da sonu pek güzel, mutluluk olduğuna; rezilliğin önü rahat ve lezzet olsa da sonu pek kötü, mutsuzluk olduğuna inanarak fazilet yolunda mal ve bedeniyle çalışıp zorlukları aşmaktan; rezilliklerin lezzetini elem bilip sebeplerinden korunmaktan hoşlanır. İyilik hakkında iyimser olduğu kadar da kötülük hakkında kötümser olur. Böyle bir kimse ihsandan haz ve zevk duyacağı için malından vermeyi ve Allah'ın emirlerini tutup yasaklarından kaçmayı huzur ve gönül rahatlığı ile seve seve yapar. Hayra sarfettiği mal ve gayrete acımaz ve fenalıktan korunmak için sıkıntılara katlanmaktan, fedakarlık etmekten yılmaz. "Kim nefsinin hırsından korunursa, işte felah bulanlar onlardır." Haşr, 59/9 der. Bu şekilde "en güzel"e iman, var olma sırasına göre malını vermek ve takvalı davranmaktan daha öncedir. O fazilet ve ihsan, o tasdikin neticesi olarak tasdikten sonra olur. Böyle iken malını vermek ve takvalı davranmanın daha önce zikredilmesinde iki nükte vardır BİRİNCİSİ, tasdikten maksat yalnız içinden teorik ve sözlü olarak değil, pratik olarak da tasdik olduğuna, yani soyut bir şekilde "doğrudur" demek değil, fiilen samimiyetle yapılması da istenen ve bizzat malını verme ve takvalı olmanın, ihsana bağlı olarak yapılacak bir şey değil ilk evvel yapılması gereken birer istenen asıl olduğuna, bununla beraber iman olmayınca da gerçekte hükümleri olmayacağına dikkat çekmedir. Çünkü en güzelin fiilen tasdiki, malını Allah için vermenin ve Allah'tan korkmanın varlığıyla olur. Yani uygulamada hiç eseri görünmeyen tasdike, burada biraz sonra zikredilecek olan kolaylık vaadi gerekmez. İKİNCİSİ, netice sebepten; bedel bedel olduğu şeyden; ücret ve mükafata hak kazanmak, vazife ve amelden sonra olduğu ve hüsna en güzel, ihsanın gerektirdiği bir gaye olduğu için, gerçekleşme hususunda malını vermek ve takvalı olmaktan sonradır. Tasdikin sona bırakılması da hüsna ile ilgisi nedeniyle olmuştur. 7. Böyle her kim Allah için malını harcamış, takva sahibi olmuş ve en güzel olanı tasdik etmiş ise, biz onu en kolaya muvaffak kılacağız. En kolay yola, yani en çok kolaylık ve rahata erdiren "Kolay bir hesap ile hesaba çekilir ve sevinerek ehline döner."İnşikak, 84/8-9 mânâsınca kolay hesap ile cennete girmek gibi refah ve mutluluk yolu olan hayır yoluna hazırlayacağız, kolaylıklara muvaffak kılacağız. Beled Sûresi'nde geçtiği üzere başkaları için aşılması zor sarp bir yokuş olan hayır yolu onun için en kolay yol olacak, o bu zorlukları kolaylıkla aşacak, hayırlı işler yapmaya kolaylıkla mavaffak olup rahat ve mutluluğa erecektir. Tefsirciler der ki Bu 'daki "teysir", hazırlamak, hazır etmek mânâsınadır. Zira, "gemini ve eyerini vurup ata binmek için hazırladı" mânâsına denilir. Buradaki hazırlama da bu mânâda istiaredir. En güzel olanı hakkıyla tasdik eden, ihsanın neticesi hakkında iyimser olan kimse Allah yolunda harcamak ve ondan korkmak suretiyle hayır ve güzel şeyleri ne kadar zor olsa bile seve seve, aşkla ve atılarak yapacağından zorlukla değil, kolaylıkla, zevkle ve hoşlanarak yapar. Dolayısıyla o en güzele kolaylıkla ererek mutluluğa kavuşur ve aynı zamanda bu harcama ve takva ona, gittikçe o mutluluk yolunu kolaylaştırır. Sebep ve yollarını çoğaltarak maksada ulaşmayı kolaylaştırır. 8. Fakat cimrilik etmiş malını kıskanıp da vergi vermekten kaçınmış ve kendisini artık ihtiyacı yok sanmış, yani kendini doyuma ermiş, en güzel sonucu bulmuş, ilerisi için hiçbir ihtiyacı kalmamış, artık korunmayla ilişiği yok ve zengin sayarak haline, tekliğine saplanmış, geleceğini hesaba almayıp malıyla, dünya lezzetleriyle ahiret nimetlerine ihtiyacı kalmadığını zannetmiş 9. ve en güzeli yalanlamış, daha güzele veya en güzele inanmamış, cennet nimetleriyle ihsan sahibi kişileri bekleyen akıbetin daha güzel olacağı hakikatine "yalan" demiş, kısacası gün günden daha kötüdür ihsanın, korunmanın faydası yoktur diyerek sonuç hakkında kötümser olmuş ise 10. onu da en zor olana hazırlayacağız, ateşe girmek gibi en zor ve en güç akıbete götüren yola hazır kılacağız, onu en zor akıbete hazırlayacağız. O zorluğu yenemeyecek, zorluklar onun tepesine binecektir. 11. Çukura yuvarlandığı yahut helak olduğu vakit onu malı kurtaramayacaktır. Kıyıp veremiyerek biriktirdiği ve onunla zengin olmak, hiçbir şeye ihtiyaç hissetmemek istediği mal, onu kabre yuvarlanmaktan, helak olarak aşağıların aşağısına gitmekten kurtaracak değil, aksine azap ve zararını artıracaktır. TEREDDÂ, yok olmak mânâsına "reda" kökünden, yahut yuvarlanmak mânâsına "tereddüt"dendir. İkinci şekilde aslı "tereddede" olup "doğan, konmak için süzüldü"Geniş bilgi için Şems, 91/10. âyetin tefsirine bkz. kelimeside olduğu gibi yâ'ya çevrilmiştir. Nitekim "mütereddiye" düşen kelimesi bundandır. 12. "Doğru yolu göstermek bize aittir." Bu, yukarıda yapılan beyanları açıklayarak vaaz ve irşat için yeni bir söze başlamaktır. Yani, haberiniz olsun ki her halde hidayet etmek ve yol göstermek bize atittir. Kurtuluşa götüren doğru yolu göstermek, hakkı ve doğruyu açıklamak, peygamber göndermek, kitap indirmek, sizin dışınızda deliller ortaya dikmek, içinizde kalplere iyiyi kötüyü ilham etmek Rab'lığa yakışır bir iştir. Allah'ın hidayeti olmayınca siz kendiliğinizden onu yapamazsınız, ona göre hidayeti kabul ettirip de hak ve hayır yoluna girmek de sizin dilemenize bırakılmış bir durumdur. 13. Kuşku yok ki, son da bizimdir, ilk de. Başta ve sonda mülk bizim, tasarruf hakkı bizimdir. Karşı çıkacak veya karışacak başka bir malik yoktur. O halde ne ahirette, ne de dünyada Allah'tan başka hükmü ve isteği geçerli olacak bir başvuru yeri bulmanıza ve onun hidayetine ihtiyacımız yok deyip de kendinizi kurtarmanıza imkan yoktur. O ne derse öyle olacaktır. Hidayet onun hidayeti, asıl irade onun iradesi, hüküm onun hükmüdür. Onun iradesi, hidayeti, hükmü aksine hareket etmek isteyen arzularınız, dilekleriniz, hükümleriniz hep sapıklıktır. Onun, sizin dilemenize bırakarak gösterdiği hidayeti kabul etmeyip aksine gitmek istediğiniz takdirde zarar edecek olan o değil, ancak sizsinizdir. 14. İşte size bir uyarı yaptım, bir ateş haber verdim ki alevlendikçe alavlenir, köpürdükçe köpürür. TELEZZÂ, muzari geniş zamanlı müennes bir fiil olup aslı "tetelezzâ"dır. Mâzi geçmiş zaman olsa idi, ateş mânâsına gelen nâr kelimesi müennes olduğu için denilmesi gerekirdi. 15. Bir ateş ki, ona ancak en azılı, en bedbaht olan yaslanır. EŞKÂ'dan maksat kâfir olduğu anlatılmak için şununla tefsir edilip açıklanmıştır 16. O ki yalanlamış Hak hidayetine yalan demiş ve yüz çevirmiştir. Doğruya yalan demiş, iltifat etmemiştir ki işte bu kâfirdir. İlâhî takdire göre en mutsuz, en bedbahttır. O ateşe yaslanıp kalacaktır. Yalanlamaksızın yüz çeviren fasık ise en bedbaht değil, sadece bedbahttır. O ateşe girerse de yaslanıp kalmaz. 17. O en takvalı olan, yani hem küfürden hem günahtan korunan en müttaki ise, o ateşten uzaklaştıkça uzaklaştırılacak, çok uzaklaştırılacaktır. Çünkü o, ona yaslanıp kalmak şöyle dursun, asla girmeyecek, üzerinden kolaylıkla geçip cennete gidecektir. 18. O en takvalı kişi ki malını verir, temizlenir, feyiz alır, kurtuluşa erer. Yahut hal cümlesi olduğuna göre, temizlenmek üzere, yani Allah katında temizlenip artmak üzere malını verir. 19. Ve onda başka bir kimsenin bir nimeti yoktur ki karşılığı, mükafatı verilecek olsun, yani hiç kimseye borçlu ve minnet altında kalmış değildir ki verirken ona karşılık olarak versin. Yahut herhangi bir kimseye verdiği vergiyi ondan bir karşılık, bir mükafat bekliyerek vermez. 20. Ancak yüce Rabbinin rızasını aramak için verir, işin bu yönünü gözetir. Onu bulacak mı? denirse 21. Yemin olsun ki, o muhakkak hoşnut olacaktır. kelimesinin başındaki yemin veya başlangıç için; olayın gelecekte gerçekleşeceğini bildirmek içindir. "hoşnut olacak" fiilinin fail zamiri, "takvalı kişi"yi de "Rabb"i de gösterebilir. Çokları bu zamirin "takvalı kişi"nin yerini tuttuğunu daha açık görmüşler, "o takvalı kişi Rabb'inden hoşnut olacak" demişlerdir ki, Rabb'inin aradığı rızasını bulup razı oluncaya kadar nimet ve ihsanına erecektir demek olur. İmam Razî, bu zamirin "Rab" kelimesinin yerini tutmasının daha yakın ve daha beliğ olduğunu, çünkü kul için yüce Allah'ın rızasının kulun kendi rızasından daha mükemmel olduğunu söylemiştir ki, Rabb'i de ondan razı olacak, rızasına erdirip onu razı ettiği kullarından kılacaktır. Yüce Rabb'inin rızasını arayan o en takvalı kul da daha önce Rabb'inden razı olduğu gibi aradığı rızaya erip aynı zamanda kendisinden de razı olunan bir kul olarak vasfı gerçekleşecektir demek olur. "Allah'ın rızası hepsinden büyüktür. İşte asıl büyük kurtuluş da budur." Tevbe, 9/72 Hakim, sahih diye Amir b. Abdillah b. Zübeyr'den, babasından rivayet etmiş, demiştir ki Ebu Kuhafe, oğlu Hz. Ebubekir'e Görüyorum ki, birtakım zayıf köleleri azat edip duruyorsun. Madem ki bunu yaptın, bari kuvvet olacak ve önünde duracak birtakım yiğit adamlar azat etseydin." demişti. O da Babacığım, "Ben ancak murat ettiğimi istiyorum." dedi. Bunun üzerine "Malını Allah yolunda verip takva yolunu tutana gelince..." âyetinden "Onda hiç kimsenin, karşılığı verilecek bir nimeti yoktur." âyetine kadar olan âyetler indi. İbnü Cerir der ki Hakkında eser bulunanların en sahihi şudur Demişlerdir ki Bu Ebubekir azat ettiklerini azat etmesi sebebiyle onun hakkında indi. Bana Muhammed b. İbrahim Enmati anlattı. Ona da Harun b. Maruf, Bişr b. Seri, Mus'ab b. Sabit ve Amir b. Abdillah kanalıyla gelmiş. Amir demiş ki Bana babamın anlattığına göre, âyeti Hz. Ebubekir es-Sıddık hakkında indi. Bana Abdu'l-A'lâ anlattı. Ona da Ma'mer'den rivayet ederek Sevr anlatmış. Ma'mer demiş ki Bana Saîd, Katade'den naklederek şöyle haber verdi âyeti Ebubekir es-Sıddık hakkında indi. Bazı insanları kendilerinden ne bir karşılık ne de teşekkür beklemeden azat etmişti. Bunlar altı yahut yedi kişi kadar idi ki Bilal ve Amir b. Füheyre bunlardandı. İbnü Ebi Hatim, Ebu'ş-Şeyh ve İbn Asakir İbnü Mes'ud'un şöyle rivayet ettiğini tesbit etmişlerdir Hz. Ebubekir Bilal'i, Ümeyy b. Halef'ten bir hırka ile dörtyüz dirheme satın alıp azat etti. Yüce Allah da âyetlerini indirdi. Allah onlardan, onlar da Allah'tan razı oldu. Ali İmran Suresi; Kuran-ı Kerim’in üçüncü suresi olup 200 ayetten oluşur. Sure Medine’de inmiştir. Surenin 33. ayetinde Hz Musa’nın babası İmran’dan söz edildiği için sure bu isimle bilinir. Tekrar belirtmek gerekirse Sûre, adını 33. âyette geçen Âl-i İmrân’ tamlamasından almıştır. Âl-i İmrân, İmrân ailesi demektir. Söz konusu ayette “… Nuh u İbrahimoğulları ve İmrân Ailesini âlemlere üstün kıldı. ” denilmektedir. İnananlara verilen öğütler, inanmayaların öte dünyada çekecekleri ızdırapların yanı sıra Uhud Savaşı ve Hristiyanlık, surenin öteki konuları arasındadır. Ali İmran Suresi; Mushaf tertibine göre 3, nüzûl sırasına göre 89. sure, hicretin ikinci yılında meydana gelen Bedir savaşı sonrasıyla üçüncü yılında vukûu bulan Uhud savaşını konu edinip müslümanların Medine-i Münevvere’deki hayatlarından bazı bölümlerin dile getirildiği iki yüz ayetten imrân Suresi, nazil olduğu yıllardaki Medine’de yaşayan müslümanların çevresini kuşatan hile, desîse ve karışıklıkları sonsuz bir canlılıkla tasvir etmekte düşmanlarının yalnız hareketlerini değil, aynı zamanda içerideki kin ve hasedi, zihinlerdeki korkunç plânları da bir tablo halinde gözler önüne bize, Medine’deki ihlâslı müslümanların durumunu aktarırken adeta içinde bulunduğumuz zamanı da yeniden geldiğimiz nokta ile birleştirip sergilemektedir. Bu endişe veren durum karşısında hidayet rehberimiz olan Kur’an-ı Kerîm, özellikle bu suredeki ayet-i celileler; tuzak ve fitneleri önlemek, yaygara ve şüpheleri bastırmak, kalpleri ve atılmış adımları sabitleştirmek, fikir ve ruhlara hitap etmek, hadiseleri tahlil edip ortaya ibretler çıkarmak, İslâm’ın tasavvur olunan binasını kurmak ve buna gölge düşürecek hususları yok etmek, İslâm topluluğunu İslâm düşmanlarının amansız hile ve tuzaklarından korumak için onları uyaran prensip ve kanunlar ortaya koymaktadır. Şöyle ki“Allah… Başka ilâh yok. Ancak, Hayy ve Kayyum dur. “ 1 “O, sana kitabı hak ve kendinden öncekileri tasdik edici olarak indirdi. Bundan önce de insanlara yol gösterici olarak Tevrat ile İncil’i indirmişti. Bir de hak ile batılı ayırt eden Furkan’ı indirdi. Gerçekten Allah’ın ayetlerini inkâr edenler için şiddetli azap vardır. Allah, Aziz’dir, intikam sahibidir. “3-4“Şüphesiz ki gökte ve yerde hiç bir şey Allah’dan gizli kalmaz. “5“Şu inkâr edenlerin malları ve çocukları Allah’a karşı onlara bir şey sağlamaz ve onlar, ateşin çırasıdırlar.” 10“Karşılaşan şu iki topluluğun durumlarında sizin için ibret vardır. Biri Allah yolunda döğüşüyordu. Diğeri de kâfir idi. Onlar, öbürlerinin kendilerinin iki katı olduklarını görüyorlardı. Allah, dilediğini yardımı ile destekler. Görebilen için bunda ibretler vardır. “13“Doğrusu Allah indinde tek geçerli din, İslâm dır. Ancak, kendilerine kitap verilenler kendilerine ilim geldikten sonra, ihtirastan dolayı ayrılığa düştüler. Kim Allah’ın ayetlerini inkâr ederse, şüphesiz ki Allah, çabuk hesap görücüdür.”19“Kim İslâm’dan başka bir din ararsa ondan asla kabul olunmaz. Ve o, ahirette en büyük zarara uğrayanlardandır. “85“De ki, “Ey mülkün sahibi olan Allahım, sen mülkü dilediğine verirsin. Sen mülkü dilediğinden alırsın. Sen dilediğini aziz edersin. Sen dilediğini zelil edersin. Hayır yalnız senin elindedir. Sen, şüphe yok ki her şeye kadirsin.”23“Müminler, müminleri bırakıp da kâfirleri dost edinmesinler. Kim böyle yaparsa Allah’dan ilişiği kesilmiş olur. Ancak onlardan sakınmış olma hâliniz müstesna. Allah, size kendisinden korkmanızı emrediyor. Ve dönüş Allahadır. “28“Doğrusu İbrahim’e yakın olanlar ona uyanlar; şu Rasûl ve iman edenlerdir. Ve Allah, inananların dostudur. “68“Yoksa Allah’ın dininden başka din mi arıyorlar? Oysa göklerde ve yerde ne varsa ister istemez ona teslim olmuştur. Ve ona döndürüleceklerdir. “83“Ey iman edenler, eğer kendilerıne kitap verilenlerden herhangi bir zümreye uyarsanız imanınızdan sonra sizi çevirir, kâfir yaparlar. “100“Ey iman edenler, Allah’dan nasıl korkmak lâzımsa öylece korkun. Ve her hâlde müslüman olarak can verin. “ 102“Toptan Allah’ın ipine sarılın, ayrılmayın. Ve Allah’ın üzerinizdeki nimetini düşünün. Hani siz düşman idiniz de o, kalplerinizin arasını uzlaştırdı. Ve onun nimeti sayesinde kardeş oldunuz. Siz, ateş çukurunun tam kenarında idiniz, o, sizi oradan kurtardı. Doğru yola erişesiniz diye işte Allah, ayetlerini size böylece açıklar. “ 103“Siz, insanlar için çıkarılmış hayırlı bir ümmetsiniz. Ma’rûfu emreder, münkerden nehy edersiniz. Ve Allaha inanırsınız. Ehl-i Kitap da inanmış olsaydı kendileri için hayırlı olurdu. İçlerinden iman edenler olmakla beraber çoğu, gerçek dinden çıkmış fâsıklardır. “110“Ey iman edenler, sizden olmayanı dost edinmeyin. Onlar sizi şaşırtmaktan geri durmazlar. Sıkıntıya düşmenizi isterler. Öf keleri ağızlarından taşmaktadır. Sînelerinin gizlediği ise daha büyüktür. Size âyetlerimizi açıkladık, eğer düşünürseniz. “118“İşte siz o kimselersiniz ki, onlar sizi sevmezken, siz onları seversiniz. Kitapların bütününe inanırsınız. Onlar ise ancak sizinle karşılaştıkları zaman, iman ettik’ derler. Yalnız başlarına kaldıkları vakit de size öfkelerinden parmaklarının uçlarını ısırırlar. De ki “öfkenizden geberin”, gerçekten Allah, onların sinelerindeki özü hakkıyla bilir. “119“Size bir iyilik dokunursa onları üzer. Başınıza bir felâket gelirse buna sevinirler. Sabreder sakınırsanız onların hilesi size zarar vermez. Muhakkak ki Allah, onların yaptıklarını ilmi ile kuşatır.”120Bu ayetlerden aynı düşmanların yeryüzünde İslâm’ı ve Müslümanları nasıl hedef aldıkları, İslâm akîdesini bozmak için içteki fâsık ve münafıklarla birlikte nasıl çalıştıkları rahatlıkla anlaşılmaktadır. Dolayısıyla Kur’an-ı Kerim’in kıyamete kadar sürecek dünya hayatının bir kitabı ve müslümanların hidayet rehberi olduğu bir gerçektir. Bu gerçeğe ve onun ayetlerine ancak şeytanın adamları kulak tıkar ve gözlerini İmrân Suresi böyle bir yapının yanında üç temel meseleyi dile getirmektedir. Bunların birincisi genel hatlarıyla din olayı ve özel anlamıyla İslâm’dır. Din, sadece Allah’a iman etmek ve bu kuru iman anlayışıyla yetinmek demek değildir. Din kesin bir ifadeyle sağlam bir tevhid inancıdır. Yani tek bir ilâh’ın üstün hâkimiyetine katıksız olarak iman etmektir. Bütün insanlık ve kâinat üzerinde hakim ve tek tasarruf sahibi olan ilâhî kudretin birliğini ve yegâneliğini kabul muhtevasında mevcut olan ikinci husus ise; müslümanlarla Rabb’leri arasındaki durumun tasviridir. Müminlerin Allah’a olan teslimiyetleri, ondan gelen her şeyi tartışmasız, yorumsuz ve memnuniyetle kabul edip büyük bir titizlikle onun emirlerine uymaları ve ona bağlanmalarıdır.“Onlar ki “Ey Rabbiniz, biz gerçekten iman ettik. Artık günahlarınız bağışla ve bizleri ateş azabından koru” diyenler, sabredenler, sadakat gösterenler, onun huzurunda divan duranlar, infâk edenler, seherlerde Allah’tan mağfiret isteyenlerdir. Allah’ın ayetlerini az bir pahaya küçük bir dünya menfaatine değişmeyenlerdir. ”Suredeki üçüncü önemli meseleye gelince; Kur’an, müminlerden başkasını dost edinmekten kaçınmayı, kâfirlerin bir değeri olmayan aldatmalarına kulak verilmemesini, Allahın emirlerinden uzak ve İslâm’a uymayan kötü yaşayış tarzlarını kabul edip onları dost edinmenin iman ile bağdaştırılamayacağını son derece büyük bir açıklıkla ifade arasında çok sıkı ilişki bulunan bu üç mesele, yani insanlığın Allah’ı bilip ona tam bir iman ve teslimiyetle bağlanması, tevhîd’in anlamını kavrayarak hayatını buna göre düzenlemesi ve böyle sağlam bir İslâmî anlayışa sahip olarak, Allah’ın düşmanları karşısında izleyeceği tavizsiz bir tutum ve davranışla kâfirlerin dostluğundan uzak kalınması hususları sûrenin temelini bir kısmı Necrân Hristiyanları hakkında nazil olmuştur. Necrân, Hicazla Yemen arasında bir şehir idi. O zamanlar burada çok sayıda Monhofist Yakûbî mezhebine mensup Hristiyan oturuyordu. Necrân Kâbesi diye ünlü bir kilisesi vardı. Roma İmparatorları buraya büyük maddî yardımlarda İmrân suresinin faziletine dair bazı hadis-i şerifler varid olmuştur. Ezcümle Ebû Ümâme rivayete göre Peygamberimiz şöyle buyurmuşlardır “Kur’an okuyun, çünkü o, kıyamet gününde ehl-i Kur’an olanlara şefaat eder. Bakara* ve Âli imrân surelerini okuyun. Çünkü bunlar kıyamet gününde iki bulut, yahut iki gölgelik veyahut iki kuş bölüğü gibi gelir, sahiplerine şefaat ederler. Bakara suresini okuyun. Çünkü ona sahip olmak bereket, onu okumayı terk etmek nedâmettir. Kötüler ona sahip olamazlar. ” Müslim, Salâtu’l Müsâfirîn, 42, 804.Ebû Yahya Süleym İbn Âmir’in rıvayetine göre Ebû Ümâme şöyle demiştir “Bir kardeşiniz şöyle bir rüya görmüştür Bakmış ki insanlar bir dağ yolunda yürüyorlar. Dağın tepesinde de iki yeşil ağaç bulunuyor. Ağaçlar söyle sesleniyorlar içinizde Âli İmrân suresini okuyan var mı?’ Eğer biri,evet’ derse dallarını sarkıtıyor, adamı yukarı çekiyorlar.”“Birisi Abdullah ibn Mes’ud’*un yanında Bakara ve Âli imrân surelerini okudu. Ona “içinde ism-i âzam bulunan iki sureyi okudun. O ism-i âzam ki onunla yapılan her dua kabul olur, her istek yerini bulur” Ka’b şöyle demiştir “Her kim Bakara ve Âli İmrân surelerini okursa bunlar kıyamet günü gelir, o adam hakkında, ya Rabbi, bunun için aleyhinde diyecek bir şeyimiz yok, derler.” Dârimî, Fedâilu’l-Kur’an, 15ALİ İMRAN SURESİ İLE İLGİLİ HABERLERAli İmran suresi arapça yazılışı ve meali Ali İmran Suresi İle İlgili Hadisler İsmail Biçer Ali İmran suresi 144 148 ayetleri dinle Fatih Çollak Ali İmran suresi 190 194 Abdulkadir Şehitoğlu Ali İmran suresi 190 194 Muhammed Esed Ali İmran Suresi Tefsiri Ali İmran Suresi Tefsiri mevdudi Ali İmran Suresi Meali Diyanet Ali İmran Suresi Meali Suat Yıldırım Ali İmran Suresi Meali Elmalılı Hamdi Yazır ❬ Önceki يَٰٓأَيُّهَا ٱلَّذِينَ ءَامَنُوا۟ ٱصْبِرُوا۟ وَصَابِرُوا۟ وَرَابِطُوا۟ وَٱتَّقُوا۟ ٱللَّهَ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ Yâ eyyuhellezîne âmenusbirû ve sâbirû ve râbitû vettekûllâhe leallekum tuflihûntuflihûne. Ey iman edenler! Sabredin. Sabır yarışında düşmanlarınızı geçin. Cihat için hazırlıklı ve uyanık olun ve Allah’a karşı gelmekten sakının ki kurtuluşa eresiniz. Diyanet İşleri Başkanlığı Ey iman edenler! Sabredin. Sabır yarışında düşmanlarınızı geçin. Cihat için hazırlıklı ve uyanık olun ve Allah’a karşı gelmekten sakının ki kurtuluşa eresiniz. Diyanet Vakfı Ey iman edenler! Sabredin; düşman karşısında sebat gösterin; cihad için hazırlıklı ve uyanık bulunun ve Allah´tan korkun ki başarıya erişebilesiniz. Elmalılı Hamdi Yazır Sadeleştirilmiş Ey iman edenler, sabredin ve sabır yarışında düşmanlarınızı geçin, savaş için hazır ve tetikte bulunun ve Allah´tan korkun ki arzularınıza eresiniz! Elmalılı Hamdi Yazır Ey iman edenler! Sabredin, düşmanlarınıza karşı sebat gösterin, nöbet bekleşin, Allah´dan gereğince korkun ki, kurtuluşa eresiniz. Ali Fikri Yavuz Ey iman edenler; din uğrundaki eziyetlere sabredin ve düşmanlarınızla olan savaşlarda üstün gelmek için sabır yarışı yapın. Sınır boylarında cihad için nöbet bekleşin ve Allah’dan korkun ki, felâh bulasınız. Elmalılı Hamdi Yazır Orijinal Ey o bütün imân edenler! Sabredin ve sabır yarışında düşmanlarınızı geçin ve cihad için hazır ve rabıtalı bulunun ve Allaha korunun ki felâh bulasınız Fizilal-il Kuran Ey müminler, sabırlı olunuz, sabır yarışında düşmanlarınızı geride bırakınız, sürekli savaşa hazırlıklı olunuz ve Allah´tan korkunuz ki, kurtuluşa eresiniz. Hasan Basri Çantay Ey îman edenler, sabr -ü sebat edin. Düşmanlarınızla sabır yarışı edin onlara galebe çalın. Sınırlarda nevbet beklesin yurdunuzu çiğnetmeyin. Allah´dan korkun Bu sayede felah bulacağınızı umabilirsiniz. İbni Kesir Ey iman edenler; sabredin, sebat gösterin, düşmana karşı durun ve Allah´tan sakının ki, felah bulasınız. Ömer Nasuhi Bilmen Ey imân edenler! Sabrediniz, sabır yarışında bulununuz ve nöbet bekleyiniz ve Allah Teâlâ´ dan korkunuz ki, felâh bulabilesiniz. Tefhim-ul Kuran Ey iman edenler, sabredin ve sabırda yarışın. sınırlarda nöbetleşin. Allah´tan korkup sakının. Umulur ki kurtuluşa varırsınız. 3-ÂLİ İMRÂN 115. Ayet وَمَا يَفْعَلُواْ مِنْ خَيْرٍ فَلَن يُكْفَرُوْهُ وَاللّهُ عَلِيمٌ بِالْمُتَّقِينَ Ve mâ yef’alû min hayrin fe len yukferûhyukferûhu, vallâhu alîmun bil muttekînmuttekîne. Bayraktar Bayraklı Onların yaptığı hiçbir iyilik karşılıksız bırakılmayacaktır; çünkü Allah, takvâ sahiplerini iyi bilir. Edip Yüksel Yaptıkları hiçbir iyilik karşılıksız kalmayacaktır. ALLAH erdemlileri çok iyi bilir. Erhan Aktaş Onların, yaptıkları hiçbir iyilik karşılıksız bırakılmayacaktır. Allah, kendisine karşı takvalı1 davrananları en iyi bilendir. 1- Allah’ın buyruklarına içtenlikle uyarak, o buyruklarla kötü ve zararlı şeylere karşı kendisini korumaya, güvenceye alanları. Muhammed Esed Onların yaptığı hiçbir iyilik karşılıksız bırakılmayacaktır çünkü Allah, Kendisine karşı sorumluluklarının bilincinde olanları iyi bilir. Mustafa İslamoğlu Onların yaptığı hiç bir iyilik zayi olmayacaktır çünkü Allah sorumlu davrananları çok iyi bilir. Süleyman Ateş Yapacakları hiçbir iyilik inkâr edilmeyecektir. Şüphesiz Allâh, günâhlardan korunanları bilmektedir. Süleymaniye Vakfı Bunların yaptığı hiçbir iyilik göz ardı edilmez. Allah, kendisinden çekinerek korunanları bilir. Yaşar Nuri Öztürk Yapmakta oldukları/yapacakları hiçbir hayır, nankörlükle karşılanmayacak/karşılıksız bırakılmayacaktır. Allah, takva sahiplerini çok iyi bilmektedir. Ayetin Tefsiri MEAL 115. Onların yaptığı hiç bir iyilik zayi olmayacaktır çünkü Allah sorumlu davrananları çok iyi bilir. 115. Bu kimselerin hayır yolunda yaptıkları işler karşılıksız bırakılmayacaktır. Allah hayırlı işler hususunda duyarlı olanları çok iyi bilir. 115. “Ne iyilik yaparlarsa, karşılığını bulacaklardır. Allah sakınanları bilir.” 115. Onların bu amellerinin karşılığını Allah bol bol verecektir. Zira 0, şirkten sakınıp ilâhî emirlere bağlı olan mümin kullarını bilir ve karşılığını fazlasıyla verir. H,E;M,C TEFSİR İlk âyette geçen “ümmetün kaimetün” tamlaması, “hakkı tanıyan, doğru davranan, dosdoğru olan ve adaleti yerine getiren topluluk” anlamlarına gelmektedir. Burada, Ehl-i kitap’tan olup Allah’ın dini üzere dosdoğru yürüyen kimseler kastedilmiştir İbn Âşûr, IV, 58. Tefsirlerde bu âyetlerin iniş sebebiyle ilgili olarak bazı farklı rivayetler yer almış olmakla birlikte Kurtubî, IV, 175; Elmalılı, II, 1160 konunun akışından üslûpta, mânada bütünlük bulunmasından bu âyetlerin öncekilerin devamı olduğu anlaşılmaktadır. Önceki âyetlerde kötü davranışları ve vasıfları sebebiyle Ehl-i kitap kınandıktan sonra burada da hepsinin aynı olmadığına, içlerinde güzel ahlâk ve iyi nitelikler taşıyan kimselerin de bulunduğuna dikkat çekilmiştir. Elmalılı bu âyetlerin 110. âyette geçen “İçlerinde inananlar da var, fakat çoğu yoldan çıkmıştır” meâlindeki cümlenin açıklaması mahiyetinde olduğu kanaatindedir II, 1160. Kur’an ölçülerine göre kim zerre kadar hayır işlerse âhirette onun karşılığını görür; kim de zerre kadar şer işlerse o da onun karşılığını görür bk. Zilzâl 99/7-8. Nitekim yüce Allah 113 ve 114. âyetlerde Ehl-i kitap’tan samimi olarak iman edip sâlih amel işleyenleri övdükten sonra 115. âyette onların yaptıkları hayırlı işlerin kesinlikle zayi edilmeyeceğini, karşılıksız bırakılmayacağını ifade buyurmaktadır. Âyetin “Allah kötülükten sakınanları bilir” meâlindeki son cümlesi riyakârlarla samimi müminlerin birbirinden ayırt edileceğine, riyakârların görünüşteki imanlarının kendilerine hiçbir fayda sağlamayacağına işaret eder. Yüce Allah’ın samimi olarak iman eden Ehl-i kitaba böyle lutufkâr muamelesi İslâm’ın evrenselliği açısından son derece anlamlıdır. Zira kendilerini Allah’ın çocukları ve sevgilileri sayan Mâide 5/18, âhiret yurdunu başkaları için değil sadece kendileri için hazırlanmış bir yurt kabul eden ve kendilerinden başka hiç kimsenin cennete giremeyeceğini iddia eden Bakara 2/111 Ehl-i kitabın egoizmine karşılık Kur’an, onlardan samimi iman sahibi olanların yapacağı en küçük bir hayrın dahi karşılıksız bırakılmayacağını haber vermektedir. DİYANET T. İşte böyle yaşayan müslümanlar hayırdan ne yaparlarsa, Allah onların yaptıklarını boşa çıkarmayacaktır. Allah onların yaptıklarının zerresini bile zayi etmeyecektir. Büyük küçük, gizli açık ne yapmışlarsa, ne düşünmüşlerse, ne niyet etmişlerse tümünü değerlendirecek ve karşılığını tastamam kendilerine verecektir. Allah hayatı kendisi için yaşayan muttakileri bilmektedir. Ebû Hureyre şöyle demiştir Rasûlullah bir adam gelerek şöyle demiştir Ey Allah’ın elçisi hangi sadakanın sevabı çok ve daha büyüktür. Bunun üzerine Rasûlullah de şöyle buyurdu “Sağlık içerisinde, güçlü kuvvetli iken, cimriliğe rağbet edip fakirlikten endişe eder vaziyette iken, daha çok zengin olmayı hayal ederken verdiğin sadakanın sevabı daha büyüktür. Yoksa geciktirip can boğaza dayandıktan sonra falana şu kadar, filana bu kadar diyeceğin güne bırakma, zaten o gün o mal varislerden şunun veya bunun olmuştur.” Buhârî, Zekat 11; Müslim, Zekat 92 “Ve-mê yef'âlû min ğâyrin felen yûkferûh” onların yaptığı hiçbir iyilik zayi olmaz. Önemli bir müjde dostlarım. Hiçbir iyilik zayi olmaz. “vAllâhû âlîmûn bi’l-mûttekîn” Niçin? Çünkü Allah sorumlu davrananları, kendisine karşı sorumluluğuna müdrik olanları, kendisine karşı sorumluluğunun şuurunda olanları, sorumluluk bilincini kuşanan kimseleri iyi bilir. İyi bildiği içinde Allah kötüyü iyiden Emr-i bil Ma’ruf yapanı yapmayandan, iman edeni etmeyenden, kötülüğe karşı duyarlı davrananı duyarsız davranandan, iyiliğe karşı sadık olanla olmayandan ayırmasını da bilir. 3-ÂLİ İMRÂN 154. Ayet ثُمَّ أَنزَلَ عَلَيْكُم مِّن بَعْدِ الْغَمِّ أَمَنَةً نُّعَاسًا يَغْشَى طَآئِفَةً مِّنكُمْ وَطَآئِفَةٌ قَدْ أَهَمَّتْهُمْ أَنفُسُهُمْ يَظُنُّونَ بِاللّهِ غَيْرَ الْحَقِّ ظَنَّ الْجَاهِلِيَّةِ يَقُولُونَ هَل لَّنَا مِنَ الأَمْرِ مِن شَيْءٍ قُلْ إِنَّ الأَمْرَ كُلَّهُ لِلَّهِ يُخْفُونَ فِي أَنفُسِهِم مَّا لاَ يُبْدُونَ لَكَ يَقُولُونَ لَوْ كَانَ لَنَا مِنَ الأَمْرِ شَيْءٌ مَّا قُتِلْنَا هَاهُنَا قُل لَّوْ كُنتُمْ فِي بُيُوتِكُمْ لَبَرَزَ الَّذِينَ كُتِبَ عَلَيْهِمُ الْقَتْلُ إِلَى مَضَاجِعِهِمْ وَلِيَبْتَلِيَ اللّهُ مَا فِي صُدُورِكُمْ وَلِيُمَحَّصَ مَا فِي قُلُوبِكُمْ وَاللّهُ عَلِيمٌ بِذَاتِ الصُّدُورِ Summe enzele aleykum min ba’dil gammi emeneten nuâsen yagşâ tâifeten minkum, ve tâifetun kad ehemmethum enfusuhum yezunnûne billâhi gayral hakkı zannel câhiliyyehcâhiliyyeti, yekûlûne hel lenâ minel emri min şey’şey’in, kul innel emre kullehu lillâhlillâhi, yuhfûne fî enfusihim mâ lâ yubdûne lekleke, yekûlûne lev kâne lenâ minel emri şey’un mâ kutilnâ hâhunâ, kul lev kuntum fî buyûtikum le berezellezîne kutibe aleyhimul katlu ilâ medâciihim, ve li yebteliyallâhu mâ fî sudûrikum ve li yumahhısa mâ fî kulûbikum, vallâhu alîmun bi zâtis sudûrsudûri. Bayraktar Bayraklı Sonra O, bu kederin ardından, size bir emniyet duygusu ve uyku hali, bazılarınızı sarıp kuşatan bir iç sükûneti bağışladı; oysa sadece kendilerini düşünen ötekiler, Allah hakkında yanlış fikirlere -putperest câhiliye düşüncelerine- kapıldılar ve “Bu konuda o zaman bir karar yetkisine sahip miydik?” diye kendi kendilerine sordular. De ki “Bütün karar yetkisi, yalnızca Allah'a aittir!” Onlara gelince, onlar “Eğer bir karar yetkimiz olsaydı, ardımızda bu kadar çok ölü bırakmazdık” diyerek, ey Peygamber, sana göstermeyecekleri o iman zayıflığını içlerinde saklamaya çalışıyorlar. Onlara de ki “Evlerinizde de kalmış olsaydınız, içinizden ölümü takdir edilmiş olanlar, devrilecekleri/öldürülecekleri yere mutlaka çıkıp giderlerdi.” Bu başınıza gelenlerin hepsi, Allah'ın göğüslerinizde barındırdığınız her şeyi sınaması ve kalplerinizin içini her türlü boş ve yararsız şeylerden arındırması içindir. Zira Allah, insanların sinelerindeki her şeyi bilir. Edip Yüksel Sonra o üzüntünün ardından, içinizden bir grubu sakinleştiren güven dolu bir uykuyu üzerinize indirdi. Bir kısmınız bencilce kendi derdine düşmüş, cahiliye döneminde olduğu gibi ALLAH hakkında yanlış düşünceler üretiyor ve, “Bu işte bir karar yetkimiz olsaydı öldürülmezdik“ diyordu. “Tüm yetki ALLAH’ındır“ de. Sana açmadıklarını içlerinde gizliyorlardı. “Bizim bir yetkimiz olsaydı burada öldürülmezdik“ diyorlar. De ki “Evlerinizde dahi olsaydınız, aranızda ölmesi kararlaştırılanlar devrilecekleri yere doğru sürüneceklerdi.” ALLAH böylece göğüslerinizdekini dener ve kalplerinizdekini arıtır. ALLAH en gizli düşünceleri bilir. Erhan Aktaş Sonra O, üzüntünün ardından, sizden bir kısmınıza, güven duygusu, sarıp kuşatan bir iç dinginlik indirdi. Bir kısmınız da can kaygısına düşmüştü. Allah hakkında, tıpkı cahiliye1 dönemindekine benzer biçimde gerçeğe aykırı bir sanı besliyorlardı. “Bu işten bize ne?” diyorlardı. De ki “Her şeyin takdiri yalnızca Allah’ındır.”. Sana, açıklamadıkları şeyleri, içlerinde gizliyorlar. “Elimizden bir şey gelseydi burada öldürülmezdik.” diyorlar. De ki “Evlerinizde kalmış olsaydınız bile, üzerlerine ölüm takdir edilmiş olanlar, düşüp ölecekleri yere kendiliğinden çıkıp giderlerdi. Allah, bunu, göğüslerinizde olanı sınamak ve kalplerinizdekilerini arındırmak için yaptı. Allah, göğüslerin özünü bilir. 1- Kur’an; cehaleti, cahiliyeyi; bilgisizlik,’ bilmezlik,’ okuryazar olmamak’ anlamı ile değil; gerçeğin dışında bir şeye inanmak, yapılması gerekenin veya gerçeğin tersini yapmak anlamında kullanmaktadır. Diğer bir deyimle cahiliye, vahiy dışı yaşam biçimi demektir. Muhammed Esed Sonra O, bu kederin ardından, size bir emniyet duygusu, bazılarınızı sarıp kuşatan bir iç sükuneti bağışladı; oysa sadece kendilerini düşünen ötekiler, Allah hakkında yanlış fikirlere -putperest cahiliyye düşüncelerine- kapıldılar ve "Bu konuda o zaman bir karar yetkisine sahip miydik?" diye kendi kendilerine sordular. De ki "Bütün karar yetkisi, yalnızca Allah'a aittir!" Onlara gelince, onlar, "Eğer bir karar yetkimiz olsaydı, ardımızda bu kadar çok ölü bırakmazdık" diyerek ey Peygamber, sana göstermeyecekleri o iman zayıflığını içlerinde saklamaya çalışıyorlar. Onlara de ki "Evlerinizde de kalmış olsaydınız, içinizden ölümü takdir edilmiş olanlar, devrilecekleri yere mutlaka çıkıp giderlerdi." Ve bu başınıza gelenlerin tümü, Allah'ın göğüslerinizde barındırdığınız her şeyi sınaması ve kalplerinizin içini her türlü boş ve yararsız şeylerden arındırması içindir Zira Allah, insanların kalplerindeki her şeyi bilir. Mustafa İslamoğlu Sonra Allah, bu elemin ardından size bir güven hissi, bir kısmınızı çepeçevre kuşatan bir dinginlik bahşetti. Diğer bir kısmınız ise canlarının derdine düşmüşlerdi; Allah hakkında, haddini bilmezlik çağına özgü, yanlış tasavvurlara kapıldılar. Diyorlardı ki "Bizim, mutlak hükümranlıkta bir karar yetkimiz var da kullanmadık mı sankı?" De ki "Bütün yetki, yalnızca Allah'a aittir." Onlar ise içlerinde gizleyip sana göstermedikleri gerçek duygularını şöyle dile getiriyorlardı "Eğer karar yetkisi bizde olsaydı, burada bu kadar ölü vermezdik." de ki "Evlerinizde kalmış olsaydınız dahi, ölümü mukadder olanlarınızı, o ölüm, elbet yataklarına kadar kovalardı." Bu da, Allah'ın göğüslerinizde olan her bir şeyi sınaması ve kalplerinizde olanları arıtıp damıtması içindir zira Allah kalplerin içini bilir. Süleyman Ateş Sonra o üzüntünün ardından Allâh size bir güven, bir kısmınızı bürüyen bir uyku indirdi; bir kısmınız da kendi canlarının kaygısına düşmüştü. Allah'a karşı câhiliyye zannı gibi haksız bir zanda bulunuyorlar "Bu işten bize bir şey var mı?" diyorlardı. De ki "Bütün iş, Allah'a aittir." Onlar sana açıklayamadıklarını içlerinde gizliyorlar. Diyorlar ki "Bu işten bize bir fayda olsaydı, burada öldürülmezdik." De ki "Evlerinizde dahi olsaydınız, yine üzerine öldürülmesi yazılmış olanlar, mutlaka vurulup yatacakları yeri boylardı. Allâh göğüslerinizdekini denemek, kalblerinizdekini açığa çıkarmak için bunları başınıza getirdi". Allâh göğüslerin özünü bilir. Süleymaniye Vakfı O kederden sonra size bir güven duygusu ve bir kesimi rahatlatan tatlı bir uyku verdi. Bir kesim de kendi derdine düşmüştü. Allah hakkında, gerçek dışı kuruntulara, cahiliye kuruntusuna kapılarak "Bu işten elimize ne geçti ki?" diyorlardı. De ki "Bütün işler Allah içindir". Sana açmadıklarını içlerinde gizliyor, "Bu iş lehimize olsaydı burada öldürülmezdik" diyorlardı. De ki "Evlerinizde bile olsaydınız, öldürülecekleri yazılanlar, düşecekleri yere kadar gelirlerdi". Bunlar, Allah'ın içinizde olanı denemesi ve kalplerinizdeki kirleri iyice gidermesi içindir. İçinizde ne olduğunu bilen Allah’tır. Yaşar Nuri Öztürk Sonra bu kederin ardından üzerinize, içinizden bir grubu sarıp kuşatan, güven verici bir uyku indirdi. Bir grup da -gerçekten onlar kendi canlarının derdine düşmüştü- Allah hakkında gerçek dışı sanılara, cahiliye düşüncelerine kapılıyordu. "Şu işten bize bir şey var mı?" diyorlardı. De ki "Emir/iş ve oluş tümüyle Allah'ındır." Öz benliklerinde, sana açıklamaz oldukları şeyler saklıyorlar. Diyorlar ki "Bu işten bizim lehimize bir şey olsaydı, şuracıkta öldürülmezdik." Söyle onlara "Evlerinizde kalsaydınız bile, üzerlerine ölüm yazılmış olanlar, uzanacakları yerleri muhakkak boylayacaklardı." Bu, Allah, göğüslerinizdekini denesin, kalplerinizdekini ortaya çıkarsın diyedir. Allah, göğüslerin özünü çok iyi bilir. Ayetin Tefsiri MEAL 154. Sonra Allah, bu elemin ardından size bir güven hissi, bir kısmınızı çepeçevre kuşatan bir dinginlik bahşetti. Diğer bir kısmınız ise canlarının derdine düş¬müşlerdi; Allah hakkında, haddini bilmezlik çağına özgü,129 yanlış tasavvurlara kapıldılar. Diyorlardı ki "Bizim, mutlak hükümranlıkta130 bir karar yetkimiz var da kullanmadık mı sanki?" De ki "Bütün yetki, yalnızca Allah'a aittir." Onlar ise içlerinde gizleyip sana göstermedikleri gerçek duygularını şöyle dile getiriyorlardı "Eğer karar yetkisi bizde olsaydı, burada bu kadar ölü vermezdik." De ki "Evlerinizde kalmış olsaydınız dahi, ölümü mukadder olanlarınızı, o ölüm, elbet yataklarına kadar kovalardı." Bu da, Allah'ın göğüslerinizde olan her bir şeyi sınaması ve kalplerinizde olanları arıtıp damıtması içindir zira Allah kalplerin içini bilir. 154. Derken, Allah size bu derin üzüntü ve kederin ardından bir güven duygusu bahşetti ve bu duygu içinizdeki samimi müminlere uykudan önceki tatlı uyuşukluk haline benzer bir dinginlik ve huzur verdi. Bozgun sırasında canlarının derdine düşen bir grup münafık ise cahiliye devri düşüncesine benzer şekilde Allah'la ilgili birtakım yanlış ve yersiz düşüncelere kapılarak, "Bu savaş karan alınırken bize fikir danışan oldu mu ki?!" diye söylendiler. [Ey Peygamber!] De ki o münafıklara "Zafer de hezimet de bütünüyle Allah'ın takdirine bağlıdır. " Ne var ki onlar sana açıkça ifade edemedikleri iman zaafiyetlerini içlerinde saklayarak, "Savaş karan alınmasında bir yetkimiz, bir dahlimiz olsaydı bugün burada yok yere can kaybetmezdik. " diyorlar. [Ey Peygamber!] De ki onlara "Sizler evlerinizde bile olsanız, içinizden ölümü takdir edilenler yine de evlerinden çıkıp öldürülecekleri yere kadar gider ve orada öldürülürlerdi." Bu savaşta olup biten her şey, Allah'ın kalplerinizdeki imanı yoklaması, kalplerinizi şüphe ve vesveseden arındırması için bir vesileydi. [Unutmayın ki] Allah kalplerdeki tüm duygu, düşünce ve niyetleri bilir. 154. “Kederden sonra, birtakımınızı kendinden geçirecek şekilde size huzur ve emniyet indirdi; oysa birtakımınız da kendi dertlerine düşmüşlerdi. Haksız yere Allah hakkında, cahiliye devrinde olduğu gibi inanıyorlar, “Bu işte bizim bir fikrimiz var mı? “diyorlardı; Ey Muhammed! De ki “Buyruğun hepsi Allah'ındır. “Sana açmadıklarını içlerinde gizliyorlar, “Bu işte bizim fikrimiz alınsaydı, burada öldürülmezdik” diyorlar. De ki “Evlerinizde olsaydınız haklarında ölüm yazılı olan kimseler, yine de devrilecekleri yere varırlardı. “Bu, Allah'ın içinizde olanı denemesi, kalplerinizde olanı arıtması içindir. Allah gönüllerde olanı bilir.” 154. Ey müminler! Uhud Savaşı’ndaki mağlûbiyetin verdiği üzüntü ve kederin ardından Allah size yardım ve destek olarak öyle bir duygu bahşetti ki bu sayede inançlarında samimi olanlar cesaret ve güvenini kaybetmedi, korku ve paniğe kapılmadı. Mağlûbiyete rağmen kendilerini güven içinde hissettiler. Savaşa istemeyerek katılan, gerçek duygu ve düşüncelerini gizleyip sizdenmiş gibi gözükem münafıklar ise korku ve panik içinde ne yapacaklarını, ne söyleyeceklerini şaşırıp kaldılar. Canlarını kurtarmaktan başka hiç bir şey onları ilgilendirmiyordu; ne Allah’ın rızası, ne cihat ne de peygamber ve müminlerin durumu! Üstelik onlar bu yenilgiyi fırsat bilerek şimdiye kadar peygamber ve ashabına karşı duydukları hıncı açığa vurmuşlardı. Müşriklerin sözcüsü gibi konuşuyorlar, Allah’ın peygambere ve müminlere yardım etmeyeceğini, hatta peygamberin öldürüldüğünü, savaşı güçlü olan müşriklerin kazanacağını söylüyorlardı. Savaştan sonra da, “Biz bunu daha önce söylemiştik, ama dinletemedik, bizim fikrimiz kabul edilip Uhud’a çıkılmasaydı da Medine içeriden müdafaa edilseydi, bu felâket yaşanmaz, bu kadar insan ölmezdi” diyerek güya Müslümanların mağlûbiyetinden üzüntü duyduklarını gösteriyor, böylece Allah’ın zafer vaadine dair güvensizliklerini gizliyorlardı. Ey Peygamber! O münafıklara de ki Mağlûbiyet ve başarı ilâhî kurallara göre gerçekleştirmiştir. Ey Peygamber! Mağlûbiyetin sebebini Uhud’a çıkarak şehri dışarıdan savunmaya bağlayan münafıklara de ki “Teklif ettiğiniz gibi Medine içeriden savunulsaydı, siz yine münafıklık ederdiniz, Uhud’da canlarını ortaya koyan samimi müminler ise yine canla başla savaşırlardı. Ey münafıklar! Bu sayede kendilerine karşı hınç duyduğunuz gerçek müminler, inancınızdaki samimiyetsizliği öğrenmiş oldular. Şunu bilin ki Allah kullarının içindeki hayır-şer, şirk-küfür vb. ne varsa hepsini bilir ve hak ettikleri karşılığı da verir. H,E;M,C TEFSİR Uhud Savaşı’ndaki bozgunun ardından yüce Allah müslümanları büyük kederlere uğrattıktan sonra, cesaret ve metanetini yitirmeden, eninde sonunda Hz. Peygamber’in zafere kavuşacağına inanan ve onunla birlikte düşmana karşı var gücüyle vuruşan bir gruba hafif bir uyuklama hali vererek dinlenmelerini ve heyecanlarının yatışmasını sağlamıştı. Almış oldukları yaralardan dolayı acılar içerisinde olmalarına rağmen kendilerini güvende hissetmişler, kılıçları ellerinden düşecek derecede uyuklamışlardı. Nitekim olayı bizzat yaşamış olan Ebû Talha, kendileri savaş alanında iken bu uyku sebebiyle kılıcının birkaç defa elinden düştüğünü ve tekrar aldığını ifade etmiştir Buhârî, “Tefsîr”, 3/11; “Megåzî”, 20. Oysa şiddetli korku içindeki insanı uyku tutmaz, uykusuzluk devam ettikçe de perişanlık artar ve insanın mânevî gücü çöker. Uhud Savaşı’ndaki ortam böyle bir neticenin doğması için son derece müsait idi. Çünkü müşrikler savaş alanından ayrılırken yine geleceklerini söyleyerek müslümanları tehdit etmişlerdi; bu sebeple müslümanlar düşmanın dönüp tekrar saldırmasından ve kendilerini imha etmesinden veya Medine’ye saldırarak yağmalamasından endişe ediyorlardı. İşte böyle bir ortamda yüce Allah’ın bir lutfu olarak müslümanları tatlı bir uyku basıp, korkuyu unutturmuş, gergin olan sinirlerini dinlendirmiş, böylece huzur ve güvene kavuşarak yepyeni bir güç kazanmışlar, düşman çekildikten sonra da onları Hamrâülesed’e kadar takip etmişlerdir. Daha önce Bedir olayında da savaştan önce böyle bir güven uykusu gelmişti bk. Enfâl 8/11. Uhud’da ise savaş esnasında veya savaştan hemen sonra daha savaş alanında iken müslümanlar böyle bir ilâhî lutfa mazhar oldular. Savaşa katılanlardan bir grup ise canlarının derdine düşüp kendilerinden başka bir şey düşünmüyorlardı. Bunlar, her ne kadar mümin görünüyorlarsa da gerçekte inanmamış oldukları için dini ve Hz. Peygamber’i savunmak gibi bir kaygıları bulunmayan münafıklardı. Savaşa sırf ganimet almak veya fitne çıkarmak maksadıyla katılmışlar, ancak büyük bir kısmı daha savaş başlamadan Abdullah b. Übey ile birlikte geri dönüp gitmiş; gidemeyenler ise müminlerin içinde kalmışlardı. Ancak müminleri huzura kavuşturan uyku bunları sarmamış, dolayısıyla korkuları arttıkça artmıştı. Savaşın seyri müminlerin aleyhine döndüğü için onlardan intikam alırcasına duygularını ortaya koyuyor ve Câhiliye kafasıyla haksız yere Allah hakkında kötü şeyler düşünüyor ve Hz. Muhammed’in peygamberliği hakkında tereddüt uyandıracak sözler söylüyorlardı. Münafıkların “Bu işten bize ne” sorusundan anlaşıldığına göre onlar, düşmanla meydan savaşı yapma hususunda alınan kararın hatalı olduğuna, bu kararda kendilerinin sorumluluğu bulunmadığına, savaşın planlanmasında görüşlerine uyulmadığına, dolayısıyla elde edilen bu sonuçtan sorumlu olmadıklarına, sorumluluğun meydan savaşını isteyen müminlere ve onların sözünü dinleyen Hz. Peygamber’e ait olduğuna işaret etmek istemişlerdir. Nitekim münafık Muattib b. Kuşeyr’in, Hz. Peygamber’in yanında açığa vurmayıp münafıkların arasında söylediği “Bu işte bizim görüşümüz alınsaydı burada öldürülmezdik” ifadesinden de bu anlaşılmaktadır Taberî, IV, 142-143; Kurtubî, IV, 242. Oysa Hz. Peygamber, münafıkların reisi Abdullah b. Übeyy’i istişareye çağırmış, kendisi de onun görüşü doğrultusunda görüş beyan etmişti. Ancak gençler, düşmanı Medine dışında karşılamayı uygun gördükleri için karar onların görüşü doğrultusunda alınmıştı. Bu sebeple münafıkların böyle bir bahane ile Hz. Peygamber’e karşı itiraz hakları olmadığı gibi onu istibdat ile de suçlayamazlardı. Başka bir görüşe göre âyetin ilgili kısmı şöyle yorumlanmıştır Münafıklar Hz. Peygamber’e, “Bu işten bize bir yarar var mı?” diyerek bu savaşta kendileri için herhangi bir çıkar bulunmadığını vurgulamak istemişler; kendi aralarında da “Bu işten bizim bir çıkarımız olsaydı burada öldürülmezdik” demişlerdir Şevkânî, I, 436. Süleyman Ateş’e göre “Bu işte bizim görüşümüz alınsaydı burada öldürülmezdik” diyenler münafıklar değil samimi müminlerden bir gruptur. Ona göre münafıklar savaşa katılmamışlardır, oysa bunlar savaş anında söylenmiş sözlerdir. Savaşın dehşetinden sarsılan bazı müminlerin içlerinde böyle düşünceler belirmiştir. Zira bu sözleri söyleyen kimselerin affedildiği bildirilmektedir. Halbuki münafık nifak içinde kaldığı sürece affedilmez II, 122. Kanaatimizce Ateş’in bu görüşü isabetli değildir. Çünkü bir grup münafık müminlerin içinde kalarak savaşa katılmıştı. Bu sözü onların söylemiş olma ihtimali daha kuvvetlidir. Bir sonraki âyette affedildikleri bildirilenler ise münafıklar değil şeytanın vesvesesine aldanıp savaş yerinden ayrılan müminlerdir. Ayrıca Allah ve Peygamber uğrunda canı dahil her şeyini feda edecek derecede samimi müminlerin böyle bir söz söylemeleri mümkün değildir. Münafıkların bu tutumlarına karşılık yüce Allah, “De ki İşin tamamı Allah’a aittir” buyurarak emir ve iradenin kendisine mahsus olduğunu, galibiyet veya mağlûbiyetin ezelde takdir ettiği ilâhî kanunlarına uygun olarak meydana geldiğini ve geleceğini vurgulamakta; ölenlerin de yine Allah tarafından takdir edilmiş ecelleriyle öldüklerini, eceli gelenlerin evlerinden çıkmasalar bile ölümden kurtulamayacaklarını, her insanın ölümü nerede takdir edilmişse gidip orada öleceğini bildirmektedir. Ayrıca âyette bu olayların bir hikmete binaen cereyan ettiği, bunlarla müminlerin denendiği ve kalplerinde olan kötü düşüncelerin temizlendiği ifade buyurulmuştur. Şüphe yok ki insanların gerçek şahsiyetleri güç olaylar karşısında ortaya çıkar. Nitekim Uhud Savaşı’nda da böyle olmuş, bu imtihan neticesinde insanların gerçek yüzleri ortaya çıkarılmıştır. Kalplerdeki sırları dahi bilen yüce Allah’ın insanları imtihan etmesi, onların iç yüzlerini bilmediğinden değildir. Savaşlarda alınan yenilgiler, yaşanan acılar insanların kendilerini sorgulamalarına, hatalarını görmelerine ve durumlarını düzeltmelerine yardımcı olur. Bu sebeple âyette Allah’ın Uhud’da olup bitenlerle müminleri deneyip kalplerindeki yanlış düşünce ve duyguları temizlemeyi murat ettiğine işaret edilmektedir. Her şeyin yüce Allah’ın takdiriyle cereyan etmiş olması, bizim sebeplere sarılmayı ihmal etmemizi gerektirmez. Çünkü kazâ ve kaderin nasıl olduğunu, nerede, ne zaman ve ne şekilde tecelli edeceğini bilemeyiz; biz olayı ancak meydana geldikten sonra bilebiliriz. Biz çalışmakla ve sebeplere sarılmakla görevliyiz. Bütün gayretlerimize rağmen istediğimizi elde edemediysek o zaman Allah’ın takdirinin bizim isteğimize aykırı olduğuna inanır ve ona teslim oluruz. Bu durumda da sorumlu olmayız. DİYANET T. “…Sonra o kederin ardından Allah üzerinize içinizden bir grubu saran bir güven duygusu bir uyuklama indirdi.” Bu, o mümin kullarını kuşatan ilahi rahmetin sonucu meydana gelen olağanüstü bir mucizedir. Çünkü, bir an için de olsa, korkup kaçışan yorgunları uyku bürüdü mü, bünyelerinde büyü etkisini yapar, onları yeniden yaratır ve niteliği bilinmeyen bir şekilde bünyelerine güven duygusunu serper. Bunu, sıkıntı ve zorluk anında denediğimden söylüyorum. O anda, insanın kısır ifadesinin tasvir edemeyeceği şekilde yüce Allah’ın kuşatıcı ve derin rahmetini hissetmiştim. Tirmizi, Nesei ve Hakim, Hammad b. Seleme’nin hadisinden, O da Enes’ten, O da Ebi Talha’dan şöyle rivayet ederler Ebu Talha der ki “Uhud günü başımı kaldırıp baktığımda onlardan kabuğuna çekilip uyuklamayan biri yoktu.” Ebu Talha’dan yapılan bir başka rivayette “Uhud günü saflarda iken bizi bir uyku basmıştı. Öyle ki kılıcım elimden düşer gibi oluyor ben de tutuyordum. Tekrar düşüyor tekrar tutuyordum” der. KENDİLERİNİ DÜŞÜNENLER Diğer gruba gelince onlar; nefisleri kendilerini uğraştırıp daha çok ilgilendiren, cahiliye düşüncelerinden tamamen kurtulamayan, nefislerini içtenlikle Allah’a teslim etmeyen, bütün benlikleriyle O’nun kaderine teslim olmayan, başlarına gelenin imtihan ve arınma için olduğu, yoksa yüce Allah dostlarını düşmanlarına karşı yalnız bırakmayacağı konusunda mutmain olmayan ve yüce Allah’ın, küfür, şer ve batıla nihai galibiyet ve tam zafer vermeyi takdir etmediğine güvenmeyen imanı sarsılmış kimselerdir “…Bir grup da kendi derdine düştü. Bunlar Allah hakkında cahiliye zihniyeti yansıtan gerçeğe aykırı bir düşünce taşıyorlar ve `Bu işte bizim bir fonksiyonumuz var mı?’ diyorlardı.” Bu akide, mensuplarına, hiçbir şeyin kendilerine ait olmadığını, tamamen Allah’a ait olduklarını, O’nun yolunda cihada çıktıklarında O’nun için çıktıklarını, O’nun için hareket ettiklerini, O’nun için savaştıklarını, bu cihadda, kendilerine ait başka bir amacın söz konusu olmadığını, Allah’ın kaderine teslim olduklarını, ne şekilde olursa olsun bu kaderden geleni hoşnutluk ve teslimiyetle karşılamalarını öğretmektedir. Sadece kendilerini düşünenler ve şahıslarını düşünce, değerlendirme, ilgi ve uğraşlarının ekseni durumuna getirenlere gelince bunların ruhlarında iman gerçeği olgunlaşmamıştır. İşte Kur’an’ın burada sözünü ettiği grup bunlardandır. Bunların nefisleri kendilerini uğraştırmış ve sadece kendilerini düşünecek duruma gelmişlerdi. Düşüncelerinde, açığa kavuşmayan bir iş yüzünden kaybettiklerini sanarak büyük bir sıkıntı ve kararsızlık içinde bocalamaktaydılar. İstemeden savaşa itildiklerini, buna rağmen acı bir sınav verdiklerini, öldürülme, yara ve acılardan oluşan ağır bir bedel ödediklerini düşünüyorlardı. Allah’ı gerçek anlamda tanımıyorlardı. Bu yüzden cahiliyede olduğu gibi O’nun hakkında haksız zan yürütüyorlardı. Kendilerine birşey düşmeyen, ancak ölüp yaralanmaları için sürüklendikleri savaşta kaybolacaklarını düşünmeleri, Allah hakkında besledikleri haksız zandan kaynaklanıyordu. Allah’ın, kendilerini yardım edip kurtarmayacağını ve aksine düşmanlarının eline bir kurban gibi teslim edeceğini düşünüyorlardı. “…Bu işte bizim bir fonksiyonumuz var mı?” diye sormaları bu yüzdendi. Bu sözleri, kumanda ve savaş çizgisine karşı geldiklerini göstermektedir. Bunlar Medine’den çıkmama görüşünde olup Abdullah b. Ubeyy ile birlikte geri dönmedikleri halde kalpleri bir türlü istikrar ve güvene kavuşmamış kişiler olabilirler. Ayetlerin akışı, kuşku ve zanlarını sunmayı bitirmeden önce, sordukları işin aslını düzeltmek ve gerçeğini yerleştirmek için şu sözlerini ele âlmaktadır “Bu işte bizim bir fonksiyonumuz var mı? Onlara de ki; Hayır, bu tamamen Allah’ı ilgilendiren bir iştir.” Bu işte kimseye birşey yok. Ne kendilerine ne de başkalarına… Bundan önce Peygamberine şöyle demişti yüce Allah “Bu işten sana hiçbir şey yoktur.”Al-i İmran suresi; 128 Bu dinin işi, yeryüzünde onu yerleştirmek ve düzenini kurma meselesi, kalpleri ona yöneltme konusu… Bunların tümü Allah’ın işidir. Görevlerini yapmak, biatlarına sadık kalmaktan başka bu işte insanın hiçbir müdahalesi söz konusu değildir. Sonrasında Allah, ne şekilde dilemişse öyle olur herşey. Ayet-i kerime böylece, kuşku ve zanlarını sunmadan önce ruhlarının gizlediklerini açığa çıkarmaktadır “Aslında sana açıklayamadıkları şeyi içlerinde saklıyorlar.” Ruhları, vesvese ve kuşkularla doludur. Karşı gelme ve inatçılıkla kuşatılmıştır. “Bu işte bize birşey var mı?” diye sormaları, istemeden bu sonuca geldikleri düşüncesinde olduklarını göstermektedir. Bunun altında kötü idarenin kurbanı olduklarını, şayet savaşı kendileri idare etmiş olsalardı bu sonuca layık olmayacakları düşüncesi yatmaktadır. “Eğer bu işte bizim bir fonksiyonumuz olsaydı burada öldürülmezdik, diyorlar.” Bu, yenilgiyle yüzyüze geldiklerinde, yenilginin acılarına katlanmak zorunda kaldıklarında, bedelin düşündüklerinden de ağır olduğunu anladıklarında, vicdanlarına baktıklarında, sorunun açık ve oturmuş olmadığını algıladıklarında, kumandanın uygulamalarının ve bu işte bir yetkileri olsaydı böyle olmayacaklarını zannettiklerinde, akide için herşeyden soyutlanmamış tüm ruhlarda depreşen bir vesvesedir. Böyle olunca da düşüncelerindeki bu bulanıklıkla, olayların arkasında Allah’ın elinin ve imtihanda O’nun hikmetinin olduğunu düşünmeleri mümkün değildir. Onların değerlendirmesine göre sorun zarar üstüne zarar kayıp üstüne kayıptır. İşte bu noktada bütün işler hakkında derin bir düzeltme yeralmakta ve arkasından hayat, ölüm ve sınamanın gerisindeki gizli hikmet hakkında doğru düşünce gelmektedir “De ki; `Evlerinizde de olsaydınız alınlarına ölüm yazılanlar uzanacakları yerleri yine de boylarlardı. Allah gönüllerinizdekini denemek, kalplerinizdekini arıtmak için bunları başınıza getirdi. Hiç kuşkusuz Allah gönüllerin özünü bilir.” De ki; şayet siz; evlerinizde olsaydınız, komutanın çağrısına uymayıp savaşa çıkmasaydınız ve her işinizi kendi değerlendirmenize göre yapsaydınız yine de öldürülmesi yazılanlar öldürülecekleri yeri boylarlardı. Herkesin belirli bir eceli vardır, öne alınmadığı gibi ertelenmez de. Aynı şekilde, herkesin belirtilmiş bir yeri vardır, oraya gelip ölmesi kaçınılmazdır. Ecel yaklaştığında, eceli gelen kendi ayaklarıyla ona koşar, öleceği yere kendi adımlarıyla varır. Belirlenen eceline kimse zorla sürüklemez onu, ayrılan ölüm yerine de kimse itmez. Şu ifadeye bakın “.. Yatacakları yer”… Buna göre bedenlerinin yere değip rahatladığı, adımların sustuğu ve yeryüzünde dolaşanların sonuçta geldikleri kabir bir yataktır. Hiçbir zaman kavrayamadıkları ancak kendilerini kavrayan ve kendilerini diledikleri gibi idare eden gizli bir etken tarafından sürüklendikleri bir yatak… Bu güçlü etkene teslim olmak kalp için daha huzur verici, ruh için daha sakinleştirici ve vicdan için daha rahatlatıcıdır. Kuşkusuz bu, arka planda gizli bir hikmeti bulunan Allah’ın kaderidir “Allah gönüllerinizdekini deneyden geçirmek ve kalplerinizdekini arıtmak için bunları başınıza getirdi.” Göğüslerdekini açığa vuran, kalplerdekini gideren ve gerçeğini abartısız ortaya çıkaran sınama gibi bir mihenk yoktur. Sınamak; gerçeği ortaya çıkarmak için göğüslerde bulunanları denemek ve bildirmektir. Bu, içinde bir bozukluk ve çürüklük bırakmayacak şekilde kalpleri temizleme ve tasfiye operasyonudur. Ayrıca, içinde bir karışıklık ve kapalılık bırakmaksızın düşüncenin sahihleşip parlamasını sağlar sınav zorluğu. “Hiç kuşkusuz Allah gönüllerin özünü bilir.” Göğüslerde bulunanlar; onlar için gerekli gizli sırlardır. Bunlar orada gizlenir, sürekli nefse eşlik ederler. Bunları açığa çıkarmadığı gibi gün yüzüne de çıkarmaz. İşte Allah, göğüslerde bulunan bütün bunları bilir. Ancak yüce Allah, olayları hareketlendirip ortaya çıkarmadıkça insanların bilmesinin imkansız olduğu bu sırları onlara da öğretmeyi dilemektedir. Savaş alanında iki topluluğun karşılaştığı gün yenilip kaçanların içlerinde bulunanı yüce Allah biliyordu. İşledikleri bir günah yüzünden zaaf gösterip geri dönmüşlerdi. Bu yüzden ruhları sarsılmıştı. Şeytan da bu gedikten ruhlarına musallat olmuş ve onları kaydırmak istemişti. Onlar da kayıp düşmüşlerdir 112. Bu, savaşta cesaretlerin kaybetmeyen müslümanlara bir yardım ve destekti. Bu kimseler öyle bir güven duygusu yaşamışlardı ki, acı içinde olmalarına rağmen kendilerini emin hissediyorlardı. Savaşta rol alan Hz. Ebu Talha kendilerini, kılıçlarını ellerinden bırakacak kadar güven içinde ve emin hissetiklerini anlatmıştır. MEVDUDİ Evet bu sıkıntıdan, bu gam ve kederden sonra Allah size bir güvenlik, bir emniyet duygusu indirdi ki içinizden bir kısmınızı uyku sarıyordu. Hattâ silahlarını bile bırakacak şekilde kendilerini emin hissedip uyuyorlardı. İşte bunlar içinizden Allah’a güvenleri tam olan, Allah’a tevekküllerinden ötürü cesaretlerini hiçbir zaman kaybetmeyen kimselerdi ki böylece Allah onların savaş ortamındaki korkularını kaldırıp yardım ve desteğini ulaştırmıştır. Savaşın ikinci bölümünde galip duruma geçen müşrikler müslümanlara karşı yine geleceğiz tehdidinde bulununca, yeni bir saldırıya maruz kalmaktan veya müşriklerin korumasız bir durumda olan Medine’ye yürümelerinden endişelenenler vardı müslümanların içinde. Buna karşılık Allah’a teslimiyetleri tam olanlar Allah’ın kendilerine gönderdiği bir güven duygusu içinde savaşın tüm acılarını unutmuş biz vaziyette uykuya dalarlarken beri tarafta bir grup da kendi başının derdine düşmüş, kendi canlarından başka bir şey düşünmez oldukları halde Allah hakkında cahiliye zannında, kötü zanda bulunuyorlar ve tedirginlik içinde kıvranıyorlardı. Bunlar ne Allah’ın dinine, ne Allah’ın elçisine, ne de öteki müslümanlara değer vermeyen, kâfirlerin mü’minlere karşı galebesine aldırış etmeyen sadece kendilerini, kendi menfaatlerini düşünen münafıklardı. Belki Müslümanlar aleyhine bir komplo niyetiyle veya sadece ganimet devşirmek maksadıyla savaşa katılmış kimselerdi bunlar. Übey Bin Selül’le birlikte yarı yolda kaçıp giderlerken bunlar bu cesareti bile gösteremeyen kimselerdi. Bunlar Allah hakkında cahiliye zannı besliyorlardı. Allah hakkında düşünülmemesi gereken kötü bir zanda bulunuyorlardı. Allah’ın yenildiği, mağlup olduğu, ya da artık peygamberine yardım etmediği, peygamberin işinin bittiği, eğer o hak bir peygamber olsaydı kendisine yardım edileceği kötü zanlarında bulunuyorlardı. Kâfirlerin mü’minler karşısında Allah’ın bir hikmeti gereği böyle geçici bir zafer kazanmalarını nihaî bir zafer olarak değerlendirerek artık iman davasının bittiği zannında bulunuyorlardı. İşte imanı kökleşmemiş, Allah’a itimatları perçinlenmemiş kimseler her zaman böyle kritik durumlarda sarsıntı geçirirler. Allah yolunda eziyetlere katlanamazlar böyleleri. Azıcık bir zor karşısında hemen imanlarından, davalarından dönüverirler. Bakın bu adamlar şöyle diyorlardı Bu işten bize düşen bir şey var mı? Bu savaş işinde bize düşen bir tedbir var mı? Bu zafer işinde bize bir pay, bir ganimet var mı? Veya bu konuda bize bir söz hakkı var mı? Eğer bu konuda bize de bir söz hakkı düşseydi kesinlikle şimdi burada pisipisine öldürülmezdik. Eğer işin başında bizim sözümüz dinlenseydi bunlar başımıza gelmezdi. Bizi değil de peygamberi dinlediğiniz için bunlar başımıza geldi. Ne olacaktı bu savaş? Ne olacaktı bu müslümanlık? Medine’de gül gibi geçinip giderken bir peygamber geldi, bir cihad işi icad etti, biz Mekkelilere düşman olduk ve işte sonunda bunlar başımıza geldi. Halbuki emir konusunda, yasa konusunda, hayat programımız konusunda bu peygamberi dinlemeseydik, kendi hayat programımızı kendimiz belirleseydik bütün bunlar başımıza gelmeyecekti. Bütün bunlar müslüman olduğumuz için başımıza geldi. Halbuki hayatımız konusunda kendimiz söz sahibi olsaydık bu belâlara duçar olmazdık diyorlar. Evet hayat programımız konusunda bize de bir söz hakkı var mı? Bundan sonra şu egemenlik konusunda bize de bir yetki var mı? Yasa belirleme konusunda bize de bir söz düşecek mi? şeklindeki sorularına karşılık bakın Allah buyuruyor ki De ki; emrin tamamı Allah’a aittir. Egemenlik tümüyle Allah’a aittir. Sizin savaşınızı barışınızı ve tüm hayat programınızı belirleme hakkı sadece Allah’a aittir. Zafer de, hezimette, galibiyet de, mağlubiyet de sadece Allah’a aittir. O mutlak egemen olandır ve dilediğini galip getirir, dilediğini de mağlup eder. Allah’tan başka hiç kimse bu konuda söz sahibi değildir. Peygamberim, korkuları sebebiyle onlar içlerinde sana açmadıkları bir şeyleri gizliyorlar. Onlar kendi aralarında bir küfür, bir nifak gizliyorlar ki onu sana açmıyorlar. Onlar seninle ve müslümanlarla birlikte bu savaşa çıktıklarından bin pişmanlık duyuyorlar ama bunu sana açıkça söyleyemiyorlar. Az evvel de ifade ettiğim gibi Eğer azıcık da bizim sözlerimize kulak verilseydi burada öldürülmeyecektik diyorlar. Sanki ecelin iki olduğunu söylemeye çalışıyorlar hainler. Bir taraftan Übey Bin Selül münafığının Medineden dışarı çıkmayalım şeklindeki reyinin doğruluğunu, diğer taraftan da Ra-sûlullah Efendimizin ashabının istişaresine uyarak Medine’nin dışına çıkarak savaş verme kararının yanlışlığını vurgulamak istiyorlar. Böylece peygamberi değil de Übey Bin Selül’ün dinlenmesi gerektiğini iddia ediyorlar. Evet bizi dinleseydiniz burada ölmeyecektiniz diyorlar. Allah da buyurur ki bakın De ki peygamberim, eğer sizler evlerinizde olsaydınız, Allah’ın üzerlerine ölümü takdir edip yazdıkları yine mutlaka devrilecekleri yere çıkıp gideceklerdi. Yâni eğer Allah adına bir savaşla Uhud’a kadar gelmeyip evlerinizde kalmış olsaydınız ölüm yazılmış olanlarınız mutlaka orada da öleceklerdi. Yâni ne savaşa iştirak etmeniz ölüm sebebidir, ne de evlerinizde kalmanız yaşama sebebidir. Allah ölümü takdir etmişse onu geri çevirmek mümkün değildir. Takdir etmemişse de kimse kimsenin kılına bile dokunamaz. Allah bütün bunları mü’minlere yardımı olmadığı için, mü’minleri sevmediği için değil, dostlarını yardımcısız bırakmak istediği için değil, sizlerin göğüslerinizin içini yoklamak, göğüslerinizin içindeki ihlâsı, nifakı açığa çıkarmak, kalplerinizdekini temizlemek için böyle yapmaktadır. Hem müslümanların kalplerini yatıştırıp bu tür mahrumiyetlere alıştırmak hem de müslümanların arasındaki münafıkları açığa çıkarmak için böyle yapar Allah. Allah kalplerin özünü bilendir. “Sûmme enzele âleykûm min-bâ'dil ğâmmi emeneten” sonra o, -savaş anlatılmaya devam ediyor- bu elemin ardından size bir güven hissi bahşetti. “nû'âsên yâğşê tâ-ifeten minkûm” bir kısmınızı çepeçevre kuşatan bir dinginlik bahşetti size. “nû'âs” uykudan önce gelen uyuşukluk, mayışma hali diyebiliriz. Ama burada mecazen iç huzuru anlamında kullanmış ki ben bunu dinginlik olarak çevirdim. “ve-tâ-ifetûn kâd ehemmethûm enfûsûhûm” Bir diğer kısmı ise canlarının derdine düşmüşlerdi. Ehemmethûm enfûsûhûm yezûnnûnê billêhî ğâyre’l hâkkî zânne’l-cêhilîye” Allah hakkında cahiliyyeye özgü yanlış fikirlere kapıldılar onlar. O bir kısmı. Ne diyorlardı? “yekûlûne hel-lenê mine’l-emri min-şêy' diyorlardı ki bizim bu işte bir karar yetkimiz mi var..! Bundan iki şey kastediliyor olabilir ki benim anladığım, algıladığım Allah’u alem galip olan mana şu; Yani bizim bir suçumuz yok. Onlar manevi sorumluluklarını inkar ediyorlardı. Savaşın kaybındaki manevi sorumluluklarını inkar edip, sorumluluğu Allah’a atıyorlardı. Yani adeta bu bizim kaderimiz dercesine. Yani eğer bizim elimizde olsaydı, biz böyle yapmazdık..! Efendim..! O halde bizin herhangi bir sorumluluğumuz yok dercesine sorumluluklarını inkar ediyorlar, manevi sorumluluklarını üstlenmiyorlardı. Allah’a iftira ediyorlardı belki bir yerde. Çünkü bu mantığı hatırlayın, yine müşriklerde böyle bir mantığı ele veriyor Kur’an; “Ve kâlellezîne eşrâkû lev şêâllâhû mê âbednê” Nahl/35 Şirk koşanlar diyorlardı ki eğer Allah dilemeseydi biz tapmazdık, putlara tapmazdık diyorlardı. Yine bir başka varyantında bir başka formuyla gelir ayet; “..lev şêâllâhû mê eşrâknê..” Enam/148 Eğer Allah dilemeseydi biz şirk koşmazdık. Görüyor musunuz mantığı. Görüyor musunuz sapık kader inancını. Kişinin manevi sorumluluktan yırtmak için sorumluluğu Allah’a atması. Oysaki irade ne için vardı, seçme yeteneği ne için vardı ve burada da insanlar bir tür, tabii ki müşriklerin mantığıdır demiyorum ama burada bir tür böyle şaibeli bir mantığa kapılmıştılar ve bu işten, bize herhangi bir karar yetkimiz mi var ki biz bu işten sorumlu tutulalım diyorlardı. “Kûl” cevap ver onlara; “inne’l-emrâ kûllehû lillêhi” Evet, bütün yetki yalnızca Allah’a aittir. “yûğfûne fî enfûsihim mêlê yûbdûne leke yekûlûne” Onlar ise içlerinde gizleyip sana göstermedikleri gerçek duygularını şöyle dile getiriyorlardı. “Yekûlûn” diyorlardı ki; “lev kêne lenê mine’l-emri şey'ûn mê kûtilnê hêhûnê” eğer karar yetkisi bizde olsaydı burada bu kadar ölü vermezdik diyorlardı. Şimdi aslında bu ayeti kerimede insanın manevi sorumluluğu ile Allah’ın takdiri arasındaki ince nokta gündeme getiriliyor. Yani zafer verip vermemek Allah’a aittir. Lakin siz zaferden yani sonuçtan bağımsız olarak eylemlerinizin karşılığını göreceksiniz. İşte bu gerçek vurgulanıyor ve bu gerçek aşağıda da vurgulanacak; “kûl-lev kûntûm fî bûyûtikûm” De ki; Evlerinizde kalmış olsaydınız dahi “lê-berâzellezîne kûtibe âleyhimû’l-kâtlû ilê medâci'îhim” ölümü takdir edilmiş olanlarınız yıkılacakları yere kadar kesinlikle giderlerdi. Gideceklerdi. Evet..! Eğer ölümü takdir edilmişse yıkılacakları yere kadar gideceklerdi. Giderlerdi. Yani Allah’ın takdirinin kesinliği ifade ediliyor burada. Ancak dediğim gibi Allah’ın sonucu takdir etmesi sizi eyleminizden sorumlu olmadığınız anlamına gelmiyor. İşte insanın eylemlerinin manevi sorumluluğunu üstlenmesi ile, bu eylemin sonucunda takdir edilen getiri ya da götürü, kazanç ya da kayıp, zafer ya da yenilgi birbirinden ayrılıyor. Sonuç Allah’ın takdiri ancak eylemleriniz sizindir. Eylemlerinizin mutlaka karşılığını göreceksiniz denilmektedir. “ve-liye’b-teliyâllâhû mê-fî sûdûrikûm” bu da Allah’ın göğüslerinizde olan her bir şeyi sınaması “ve-liyûmâhhîsâ mê-fî kûlûbikûm ve kalplerinizde olanları arıtıp damıtması içindir ki yukarıda “mahs”ı işlemiştim. “vâllâhû âlîmûn bîzêti’s-sûdûr” zira Allah kalplerin içini bilir. 129 Cahiliyye, sıradan bir "bilmezlik" durumu olarak adlandırılamaz. Bu anlamda daha o günden Mekke'nin en kültürlü tüccarlarından biri olan Amr b. Hişam'ın "Ebu Cehil" olarak adlandırıldığı hatırlanacak olursa, bunun karşılığı bir "kendini bilmeme", "haddini bilmeme" hâli olsa gerektir. 130 el-Emr, "mutlak hükümranlık, sonsuz yö¬netme işi, mutlak yetki" vurgusuna sahiptir. Emr'in nedenselliğin ilâhî yasaları anlamı için bkz. 81/Fussilet 12, not 19.

ali imran suresi tefsiri elmalılı